30 Aralık 2019 Pazartesi

SEN ÇOK ÖZEL BİR ARMAĞANSIN...





Havadaki sihir kokusunu duyumsuyor musunuz? Yeni bir döngüye geçişe adım atmak üzere iken, zihninizde, bedeninizde, duygusal dünyanızda ne(ler) deneyimliyor ve hissediyorsunuz? 

Sokaklar ışıl ışıl süslenirken, yılbaşı ağaçları sımsıcacık yuvaların baş köşesini yeni umutlar ile aydınlatırken... Sevdiklerimize, değer verdiklerimize de hediye/armağan seçtiğimiz bir zaman sürecinden geçtik şimdi yeni bir 365 günü kucaklamak üzere açtık kollarımızı şefkatle...

Peki ya kendimize nasıl bir armağan vermeyi seçiyoruz bu yıl? Yaşam döngümüzde en çok sevdiğimiz varlık olan kendimize, nasıl bir armağan seçtik ya da belki bugün seçeceğiz!

Mesela yüreğimizin en derinliklerinde sesiz kara kuytu bir köşede saklanmış biricik sihrimizi keşfetmek üzere, öz benliğimizi ışımak, öz sevginin gücünü uyandırmak adına emek vermeyi seçerek, niyet ederek  kendi dönüşümümüzü gerçekleştirmek üzere yolda olmaya kendimizi adamak,  belki de bu yıl için kendimiz adına seçebileceğimiz en anlamlı ve özel hediye olabilir, ne dersiniz?

Yeni bir yıl, eş zamanlı olarak yepyeni mis gibi taptaze eşsiz umutlar ile bezenmiş bir döngü ile kucaklaşmaya hazırlanırken birçok şey bekliyor ve istiyoruz bunun için de genellikle dilek dilemeyi seçiyoruz. Cümlelerimiz de genellikle; "......., istiyorum.........diliyorum" vb. oluyor. Örneğin,; "Mutlu hissetmek ve sağlık diliyorum." gibi...Halbuki birşeyi sadece istemek o şeyin bizim yaşam döngümüzde ışımasını, var olmasını sağlamaz. İstemek, dilemek; özünde yaşam enerjisi içermeyen eylemlerdir. Bunun yerine niyet ediyorum/ seçiyorum/adıyorum; gibi eylemler ile şimdiki zaman kipinde yüreğimizdeki tutkunun izini telaffuz etmeyi seçer isek eş zamanlı olarak evren ve kendi bütünsel enerjimiz ile bir olabilmek adına  sorumluluk üstlenmeyi seçerek eyleme koyuluruz ki; kelimelerimiz maddi alemde can bulsun.
Herhangi bir şeye niyet ettiğiniz andan itibaren öncelikle boşluk oluşturmak, alan açmak adına "arınma gerçekleştirirsiniz. Niyet; sezgiselliğin gücünü yansıtır. Niyetinizin alevi ne kadar derin ise eylemlerinizin gücü de bir o kadar iz bırakır.  ardından niyetiniz evrenin rahmindeki özgür ve çoşkulu dans ile samimiyet ve tevekkülle sınanır sonrasında niyetiniz duyumsanabilecek boyutta madde formun dönüşür. 
"Niyet ediyorum" ifadesi gibi "seçiyorum" ifadesi de oldukça güçlüdür. Sonsuz olasılıklar içerisinden sadece bunu seçiyorum dediğiniz anda büyük bir simya sürecini başlatırsınız. Hatırlayalım ki; her söz kendisine has bir tılsıma sahiptir bu bağlamda sözcüklerin en güçlü eylemler olduğunu hatırınızda tutarak şimdi sesli bir şekilde, haydi söyleyin bakalım ; siz 2020 yılı sürecine/döngüsüne ne(ler) armağan etmeyi seçiyorsunuz/ niyet ediyorsunuz?

Yazının ilerleyen bölümünde,  yüreğim kıpır kıpır çocuksu bir heyecan ile izlediğim, bir animasyon filminden bazı düşündürücü, farkındalık uyandırıcı bölümler ile devam etmeyi seçiyorum.

Disney' in en iyi animasyon ödüllü filmi "Frozen 1-2" filmi özümüzdeki sihirli güç ile nasıl dönüşebileceğimizi ne kadar içten, samimi bir o kadar da soğuğun eşsiz güzel doğası ile yüreklerimizdeki biricik, eşsiz kar tanesini uyandırmayı başarıyor. Frozen (2014) filmini izlememiştim doğrusu, geçtiğimiz haftalarda devam filmini "Frozen-2" izledikten sonra  filmin ilkini de izlemeden duramadım. Bir varlığın kendi öz doğası ile buluşma serüveninin mutlak kabulün gücü ile değişimin sonsuz dalgalarının evliliği ile gerçekleşebileceği ve en önemlisi "zaman" ın döngüsel doğası; naif, saf, yalın bir güzellik ile suyun eşsiz şefkat gücü ile aktarılıyor...

AFFET BENİ...

Filmin ana karakteri dokunduğu herşeyi buza dönüştürme gücü ile doğmuş olan bilge Elsa; muzip kardeşi Anna ile çoşkuyla  oyun oynarken, aniden kardeşinin, yarattıkları oyun sahasındaki buz üzerinde düşeceğini fark ederek onu durdurmak ister, lakin kardeşinin kafasını sihirli gücü ile onu korumaya çalışırken yaralar. Ve sadece "affet beni Anna!" diyebilir.

Oysa ki, af dilediği kardeşi mi sizce? Birisinden "af dilediğinizde" aslında kendinizden af dilemiş, kendi davranışlarımızın sorumluluğunu üstlenmek üzere bir adım atmış oluyoruz. Ve bu sorumluluk süreci, davranışımızın zeminindeki yüzleşmekten kaçındığımız, hasır altı ettiğimiz çözümlenmesi gereken birçok bitmemiş/tamamlanmamış mesele ile bizleri baş başa bırakabilir. Bu nedenle "affetme" süreci bizi yüzleşmekten kaçındığımız yönlerimiz ile buluşmaya davet eden bir gölge oyunu gibidir. Ne kadar kaçarsak kaçalım gölgemiz her daim bizimledir, biz onu görüp kabul etmediğimiz sürece, "rahat-sız-lık" duyumsatmak üzere ara sıra kapımızı çalmaya geçmişin izlerini hatırlatmak üzere görevli davetsiz misafirler gelebilir taaa ki biz bu "sız"ının izini sürmeye niyet edinceye değin, bu döngü kendisini yenilemeye devam eder.

Şimdi kendi yaşam sahnenize dönün ve şu anın içerisindeki geçmişe doğru bir köprü kurun ;  eşsiz nitelikleriniz ile bazen gördüğünüz birşeyi olası bir gerçekliği dönüştürmek isterken, sevdiğiniz, kıymet verdiğiniz ve sizin için değerli olan insanların zihninde ve kalbinde yara açtığınız hiç oldu mu?
Tezahür edenin kalbine doğru biraz daha bütünsel baktığımızda,  bu yaranın özünde yer alan şifayı da fark edebiliriz. Birşey canımızı yaktığında genellikle ondan kaçmak, uzaklaşmak isteriz, bu belirli bir süre için kendi bütünselliğimizi korumak adına işlevsel bir savunma mekanizması olabilir. Ancak dahi yaşamın oyunları, peşimizi bırakmaz  o an kaçsak da farklı bir olay/durum/süreç ile o yaranın henüz şifalanmamış olduğunu bizlere anımsatır. Peki ne yapmalı?
Acının içine doğru keşfetme merakı ile yürümeli, çünkü en sonunda acıyan, acıtan olmadığını sadece "acı" olduğunu, bu tadın da Dünya gezegenin hamurunda olduğunu fark ederiz. Başka bir deyim ile "acı" duyumsamak sadece bilinç düzeyinde bir yanılsamadan ibarettir.

Dönelim filmimize,  Elsa da kardeşini yaraladıktan ve ebeveynlerini sonsuzluğa uğurladıktan sonra kendisini krallığına adeta hapsetmeyi, bütün dünyayı dışlamayı seçiyor. Dokunduğu herşey buza dönüştürebilen bir kraliçe, ancak gücünün sınırlarını bilmiyor dolayısı ile gücünü gerektiği ölçüde kullanamıyor. Kontrol edemediğimiz herşeyin bizi kontrol etmeye başladığı yanılsamasına kapılıveririz zaman zaman ve yaşamın akışını durdurmaya bir keçi misali direnç gösteririz. Halbuki herşeyi olduğu gibi kabul ederek mutlak teslimiyet ile bırakmayı seçtiğimizde öz sınırlarımızı fark edebiliriz. Tıpkı kendinizi suyun üzerine özgürce bırakmayı seçtiğinizde su ile temas halinde olan beden sınırlarınızı fark ettiğiniz gibi.
Öz gücümüzün sınırlarının farkında olmadığımızda onu nasıl, nerede, ne kadar kullanabileceğimizi de bilememiz kadar doğal ne olabilir ki! Bu gücün uyanması için evrenin ritmi genellikle en sevdiklerimiz ile yoklamaya çeker bizleri. En sevdiğimiz, en güven duyduğumuz insan varlıkları kimi zaman bizi farkında olarak ya da olmayarak (öyle olması gerektiği için), en çok incitenler haline dönüşür. Bu süreçteki ana tema: "kendi gerçekliğimize uyanabilmemizdir." İncinebilir olmaya açık olmak hassasiyetimiz ile kucaklaşmak, yaşamın özü ile buluşmak bir olmaktır. Ne kadar hassas isek o kadar canlı olabilir ve yaşamın doğal akıştaki  ritmini duyumsayabiliriz.

SEVGİ ERİTİR BUZU
'Kendimizden başka varılacak, gidilecek, tadılacak birşey var mı dışarıda?'


Ve tabi ki sizin de tahmin edeceğiniz üzere biz, insan varlıklarının en yüce gücü; "sevgi". Mutlak sevginin kudretli ışığı ile yaratma potansiyeline sahibiz ancak bazen bu sevgiyi nasıl tezahür ettireceğimizi bilemeyebiliyoruz ve kendimize yabancılaştıkça sevginin ışığı da azalıyor. İşte o zaman, kalbimizin sesini dinlemeyi unutuveriyoruz, işte o zaman sanki bütün Dünya ayaklanmış üzerimize doğru geliyor gibi hissediyoruz, işte o zaman ne yapacağını bilmeksizin oradan şuraya koşturup duruyoruz oysa ki; kendimizden kaçmayı seçtikçe, dışarıdaki herşey bize daha yabancı gözüküyor. Hatırlayalım; dışarısı içerisinin sadece renkli vizyonundan ibarettir. Her neye niyet etmiş, her neyi seçmiş olursak olalım,  özde her birimiz aynı şeyi arıyor, aynı şeye özlem duyumsuyor, ve tek bir yere varmayı hedefliyoruz: "kendimiz".

Tüm bu olağanüstü büyülü, tutkulu yolculuk kendimizden kendimize gerçekleşiyor, farkında mıyız? 

Gerçek sevgi ile yapılmış birşey, donmuş bir kalbi bile eritebilir mi sizce? Tabi ki evet !
Filmimizin bilge karakteri Elsa, kardeşine ikinci kez istemeden zarar verir ve daha önce kafasından yaralanan ve Troller tarafından iyileştirilen Anna' nın bu kez kalbi buza dönüşmüştür, peki kalpteki buzu ne eritebilir? Evet evet bir kez daha sesli telaffuz etmeyi seçin :
Sevginin Gücü ! Mutlak sonsuz ışık!

Zihinsel, duygusal, bedensel ve ruhsal güçlerimizi bir arada tutan
 mutlak güç; "sevgi" dir.

Peki "sevgi" nedir?

Bakın filmde yer alan sihirden yaratılmış sarılmaya bayılan minik kardan adamımız Olaf nasıl açıklıyor: "Sevgi, kendinden önce başkasının ihtiyaçlarına önem vermektir. Ve bazı insanlar erimeye değerdir."

Siz nasıl tanımlamayı seçersiniz "sevgi" yi? Haydi şimdi birkaç kelime ile "sevgi" nin size göre tanımını gerçekleştirin. Tıpkı kar tanelerinin eşsizliği ve biricikliği gibi sevginin tanımı/ifadesi  de her eşsiz insan varlığının kalbinde farklıdır.

Sevgi; davranış ve sözden bağımsızdır. 
Öz sevgi; özümüzdeki sonsuzluk ile temas halinde olmaktır.



"Travmanın, geçmişten uzanarak yeni bir kurban seçme gücü vardır. Söylenmeyen herşey sonrakilere aktarılır. Yaşam derin bir tutku ile tamamlanmayı arzular."
Dr. David Suck

ORMAN UYANINCA...

Filmin ilkinde özündeki mutlak gücün sevgi olduğunu deneyimleyen Elsa'yı şimdi bu sevginin öz gücünü keşfedeceği yepyeni bir macera beklemektedir (Frozen-II).
Niyet ettiğimiz anda bir seçim gerçekleşir,  buluşabilmek adına önce parçalarımıza ayrışırız, her bir parça ile yeniden tekrar olmadan tekrar olacak biçimde buluşur ve ayrışırız bu bir nevi "arınma" sürecidir. Ve sonrasında rahmin ateşli, tutkulu gücü ile yepyeni bir keşif yolculuğuna başlarız, gücün kaynağı ile temas edebilmek adına.

Frozen-II filmini özellikle ebeveyn olmaya niyet eden bireylerin izlemesini öneririm. Çocuklarınızın size ait olmadığını, yaşamda sizin ve sizden önceki atalarınızın bütüne hizmet etmeyen eylemlerini arındırmak, dengeyi sağlamak üzere Dünya gezegenine kök salmakta olan özgür ruhlar olduğunu ve bir bilincin hikayesinin bir bölümünü ışımakta olduklarını çok net görebilirsiniz.

Özümüzün en derinlerimizde bize ait olan bir ses vardır ve naif, tiz bir biçimde daima
fısıldar...Zaman zaman bizi, bilinmeze doğru ilerletmek adına rahatsızlık uyandırabilir. Ancak her zaman geleceği görme ve kontrol altında tutma arzusu bizi sisli, puslu ormanın içerisinde hapsedebilir. Varoluşumuzdaki ormanı uyandırmanın tek yolu Güneş'in yolunu takip etmek, izlemektir.

NEHRİN YANITLARI İLE YÜZLEŞMEYE HAZIR MISIN?

Gerçeklerin acı olduğu söylenir. Ancak "acı" duyumsamanın neye hizmet ettiğinden pek söz eden olmaz. Acı; bizi biz yapan, kendimiz ile buluşmamıza vesile olan bir köprüdür. Doğduğumuz günü anlamlandırabilmemiz adına bizlere sunulmuş en anlamlı armağandır. Acı duyumsadığımızda, dururuz, durmak o anın sınırları ile net bir biçimde teması sağlar, temasın derinliği hangi yöne nasıl ilerleyeceğimiz hususunda pusula işlevi görür. Yön belirlendikten sonra gerçekler ile yüzleşmek ya da yüzleşmemek bizim seçimimizdir ve her seçim gibi bir bedeli vardır. Rotamız henüz doğmadan belirli, burada ne için bulunduğumuzu biliyoruz. Önce bu neden ile yüzleşerek doğduğumuz günü farkındalıkla idrak ediyoruz, iç sesimiz ile buluşuyoruz sonrasında  dümenimizi nereye yönelteceğimiz bizim ellerimizde. Dümenimizi nereye çevirirsek çevirelim sonunda tüm yollar kendimize doğru açılır.

Filmde Elsa nın büyükbabasının, kendi iktidar tutkusu nedeni ile, bir lideri savunmasız bir halde iken ölümüne vesile olmasına şahit oluyoruz. Bu hatanın düzeltilmesi için doğan Elsa nın, dokunduğu herşeyi buza çevirmesinin nedenini keşfedeceği meçhule doğru bir maceraya ortak oluyoruz...

Suyun hafızası vardır. Araştırmaları ile büyük yankı uyandıran Masaru Emoto'nun söylediği ve ispatladığı üzere. "suyu anlamak kozmosu, doğanın mucizesini ve hayatın kendisini anlamaktır." 
Emoto; insanların sağlıklı, mutlu, huzurlu bir yaşam sürebilmelerinin ancak vücutlarının %70'i olan suyu arındırdıklarında mümkün olabileceğini aktarmaktadır. Sizler yaşam döngülerinizde, suyun mesajlarını duyumsuyor ve görebiliyor musunuz?

Belki de suyun gizemli gücü bizlere: "Her şey değişir ve her şey mümkündür!" diye sesleniyor
olabilir mi?

Ateş, başlatır; niyetinizi ortaya koyar. Sonrasında bu niyet yüzyıllar boyunca form/boyut, biçim  değiştirerek akmaya var olmaya devam eder. Görebiliyor musunuz ki; bizler çok özel eşsiz sihirli bir niyetin form bulmuş eşsiz güzellikteki tezahürleriyiz! O halde en özel armağan; bütünü ile kendimiz olabilmek, değil mi?

"Birleştirecek karşıtlar olmasaydı birlik olmazdı. Bizim için iyi olan karşıttır." 
Herakleitos

2020 yılı; 20 ------ 20 ; kendimizden kendimize doğru bir köprü inşa etme yılı. Köprüyü sağlam bir zemine inşa edebilmek adına kendi derinliklerimize doğru derin bir kazı gerçekleştirmeliyiz ki; köprümüz sağlam olsun. Yaşamın en derin anlamını arayışta olacağımız ve bu öze doğru gerçekleştireceğimiz dönüşüm yolculuğumuzda, mutlak gücümüzü uyandıracağımız, zifiri karanlığın özündeki ışık ile bir olabilmek adına kalbimizin fısıltılarının izini; sevgiyle, özveriyle, sebatla kendimizi inşa etmek üzere dinliyor olduğumuz böylece "öz" e güvenimizi uyandırarak, güçleniyor olduğumuz umut dolu bir yıl bizleri selamlıyor.
Hazır mısınız bu sefer sadece kendinize doğru yürümek için yol almaya öyle ise dümeni "umut" a doğru çevirmeyi hatırlayın! Ve karanlığınızla (gölge boyutlarınızla) bütünleşerek ışığa doğru güvenle yol alın, yolunuz su gibi ihtiyaçlarınız doğrultusunda biçim değiştirerek, sizlere her zaman her şeyin mümkün olabileceğini ışısın...Kendinizi şefkatle, aşkla kucaklayın.



İYİ Kİ VARSIN
Işık ve Aşk Olsun ! 






14 Aralık 2019 Cumartesi

LANETLER SON BULMAZ SADECE BOZULUR…


“Hiçlik kendini aynada gördüğü zaman kainat başladı.”
Tor Norretranders



Bir varmış bir yokmuş…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken; yeşilin ve mavinin enginliklerindeki renklerin birliğinden doğan güçle yeryüzü ile gökyüzünün ahenkli dansını sergilediği Dünya adı verilen aşkın gücü ile ışıldayan bir gezegen var olmuş. Bu gezegende can bulmuş yaratma gücüne nail çok güçlü insan varlıkları yaşamakta imiş o kadar güçlülermiş ki; gezegenlerinde ne düşünseler gerçeğe dönüşerek madde formuna dönüşüyormuş. 
Bir gün düşüncelerinde “Yaratıcıyı/Tanrıyı/Allah” ı aramaya başlamışlar işte o gün bu arayış bir kısım insan varlığını bir süreliğine derin hülyalı bir uykuya dalmalarına vesile olmuş. 
Mışıl mışıl uyurlarken arayış süreci boyunca; arzularına, isteklerine, ihtiraslarına ilişkin rüyalar görmeye başlamışlar, ancak bu rüyalar giderek kabusa dönüşmeye başlamış çünkü görmüşler ki; onlar bir yaratıcı aradıkça yeni arzular, istekler su yüzüne çıkıyor ve sürekli madde formuna dönüşen düşünceler Dünya gezegeninde yaşamakta olan diğer canlılar için bir tehdit unsuru oluşturuyor imiş. Neyse ki, Yaratıcının ta kendisi olduğunun idrakında olan ve uykuya dalmamış olan uyanık insan formundaki diğer canlılar kendi üzerlerinde çalışarak büyük ışıklar yaratmışlar, git gide ışığı büyütmüşler, büyütmüşler…uyuyanların uyanabilmesi ve kabus rüyaların son bulabilmesi için… Masalın sonunda ne mi olmuş? 
Bunu önümüzdeki yıl deneyimliyoruz, uyuyanların el parmaklarına bir ölüm iğnesi batacak ve uyanacaklar. Ölüm, en derinliklerdeki; tüm istek, arzu, korku, bağımlılıkları su yüzeyine davet ederek bir yüzleşme şansı sağlayacak. Bu şansı değerlendirebilme yönünde cesur olmayı seçenler bu yıl çok zengin olacaklar. Karanlığın içerisinden geçerek özlerindeki sihir ile buluşacak ve öz benliklerini ışıyacaklar, heyecanlı, tılsımlı bir yıl bizleri bekliyor ne dersiniz? 
2020 yılı döngüsünü, “Uyuyan Güzel” masalına benzettim doğrusu bu nedenle yazıya böyle bir giriş yapmayı seçtim. Uyuyan Güzel masalını her birimiz az çok biliyoruz. Masalda yer alan semboller günümüzde deneyimlediklerimize pek bir uygun gibi görünüyor…masalda yer alan çıkrık iğnesi ‘evrenin döngüselliğini’ ve ‘bağımsızlık mücadelesini’ ne kadar güzel anlatıyordu değil mi? 16 yaş; ‘bütünlüğün’ sembolü. Bütünlüğe erişebilmek için bugüne değin bizi bütün yaptığını var saydığımız herşeyi parçalayarak ayrışmak sonrasında yeniden özümüzde bir olabilmek adına, varoluşsal döngüselliğe teslim olabilmekti gerçek özgürlük/bağımsızlık…İşte bu yıl da benzer lezzette bir hikaye deneyimliyoruz, şimdi bu masalın derinliklerine doğru bir kaç basamak daha aşağıya doğru inelim mi? 

MASAL İÇİNDE MASAL…

Henüz yeni doğmuş saf ve masum bir bebeğe ölümcül güçte bir lanet gerçekleştiren kudretli, doğa kadar öz güzel ancak “kötü” olarak nitelendirilen bir peri varmış. Peki bu peri nasıl oluyor da “kötü” olarak nitelendiriliyormuş? 

‘Uyuyan Güzel’ masalında, birçoğumuz sanki odağımızı olayın cereyan ettiği en can alıcı kısıma yöneltmeyi seçmişiz gibi görünüyor. … ‘Kral ve kraliçe yeni doğan bebekleri için dilekte bulunmaları niyeti ile saraya on iki peri davet eder, on ikinci peri henüz dileğini söylemeden çetin dalgalı sert bir rüzgar şatonun kapılarını savurur ve içeri dehşet verici ihtişamı ile davetsiz bir peri salona adımını atar ve şöyle söyler: “Bu çocuğa bir hediye vermek istiyorum. On altıncı doğum gününde gün batımından önce el parmağına çıkrık iğnesi batacak ve ölüm gibi sonsuz bir uykuya dalacak. Onu sadece gerçek aşkın öpücüğü uyandırabilir.’ 
Ve lanetini tamamladıktan sonra kulak tırmalayıcı keyifli kahkahasını atarak geldiği gibi ihtişamlı bir şekilde şatodan ayrılır… 
Bugüne değin içimizden kaç kişi; acaba bu masum, saf yeni doğmuş bebeği lanetleyebilecek kadar kalbini kara yarasalara teslim etmiş olan bu ‘kötü’ olarak nitelendirilen perinin yüreğini bu denli buzul gibi soğutan, katılaştıran, acımasızlaştıran nedeni merak etmişti? 

HER OLAYIN GÖRÜNEN BİR DE GÖRÜNMEYENİN ARDINDA GÖRÜNEN, KULİSTE VAR OLAN BİR GERÇEKLİĞİ VARDIR…

İnsan varlıkları, deneyimlenen bir olay sürecinde, genellikle ortaya çıkan “davranış kalıbı” ile ilgilenmeyi seçer, ve bu davranışı salt bir zemin alarak değerlendirmelerini gerçekleştirir ki; bu gündelik yaşamsal varoluş akışını  kolaylaştıran akıllıca bir seçimdir. Ancak her zaman işlevsel bir seçim değildir.

O davranış somut dünya realitesinde tezahür edinceye değin birçok duygusal motivasyon kaynağı tarafından makyajı yapıldığını hatırlar isek ilk başta kendi duygulanımlarımıza yönelik sonrasında çevremizdeki kişilere yönelik empati yeteneğimizi geliştirebiliriz.

Bu nedenledir ki; insanların bize yönelik olumlu-olumsuz davranışlarını hiçbir zaman kişisel algılamamayı, davranışın kişinin iç dünyasındaki varoluşsal dinamiklerinin sahnesinden vizyona yansıyor olduğunu hatırda tutmakta fayda var. 

“Yara, ışığın bedene sızdığı yerdir.”
Mevlana 

Tabi ki, eğer karşı karşıya maruz kaldığımız olay sonucunda, bir davranış/eylem; bizim içselliğimizde “rahat-sız-lık” duygulanımının kabarmasına vesile oluyor ise; deneyimlenen olaydan bağımsız bir şekilde öz dünyamıza yönelerek, o “sızının izini sürmek işlevsel olacaktır. Böylelikle maruz kaldığımız davranış kalıbının bizimle ilgili henüz tamamlanmamış, içselleştirilmemiş olan ve bizi biz yapan kaynağımızla buluşmamıza vesile olan bir araç olduğunu hatırlayabiliriz.
 Hiç bir varlık yaşam yolculuğumuza tesadüf eseri bizlere merhaba demiyor, her merhaba nın ardında ilişki sürecinde doğacak belki de yüzyıllardır atalarımızdan bizlere miras kalan tamamlanması gereken işler vardır. Ancak hazır olduğumuzda saf öz gerçekliğimize doğabilmemiz adına incilenebilir olmaya açarız kendimizi. İncinebilir olmaya ne kadar açabilirsek kapımızı iyileşme sürecimiz bir o kadar hızlı tezahür eder. İncinebilir olmak, hassas olmak yaşamı bütünü ile hissetmektir. Saf ışığın beyaz ışığında her renk tonunun bir harmanı olduğu gerçeği ile temas etmektir, incinebilir olmak ve bize hiçbir şeyin bütünü ile iyi ya da kötü; olumlu ya da olumsuz; çirkin ya da güzel; beyaz ya da siyah olmadığını hatırlatır. Özdeki saf ışığa bir başka deyim ile sevgiye doğabilmek adına; bu iki uç arasında gider geliriz ta ki herşeyin özünde herşeyin zıt kutuplarının birlik halinde var olduğu gerçeğine kalbimizin gözü açılana değin. 

‘Uyuyan Güzel’ masalında, “kötü” olarak nitelendirilen perinin acısından doğan duygusal motivasyonun nasıl bir lanete dönüştüğünün ardındaki sır perdesini “Malefiz” (2014) filmi ile hatırlamıştık.
Bu filmin analizini yaptığım yazı: 

 https://oozgegenlik.blogspot.com/2014/06/gercek-ask-opucugu.html



2014 yılında ülkemizde vizyona giren Malefiz- I filminin ana temasını bu yazının içerisinde de  kısaca özetleyecek olursak: 

Büyülü Moors topraklarının güzeller güzeli iyilik perisi Malefiz, tüm yüreğiyle saf bir sevgi ile bir insan varlığına bağlı iken, insan varlığı şehvetinin, ihtiraslarının, arzularının esiri olmayı seçerek bir topluluğa hükmedebilmek adına sevdiği varlığın kanatlarını kesmiş ve krala sunarak, gelecekteki kral olma hayalini gerçekleştirmişti.
Özgürlüğü elinden çok sevdiği biri tarafından alınan Malefiz ise, uzun yıllar yaralarını sarmak için emek verir ve sonunda gücünü topladığı an intikam almak üzere kralın yeni doğmuş bebeğini lanetler. Bu laneti gerçekleştirdiği an,  kendi özüne doğru yol almak üzere yepyeni taptaze bir döngü başlattığının farkında mıydı acaba ne dersiniz?

O zamanın kalitesine göre; kendi bakış açısına göre; “gerçek aşk” diye birşeyin varlığına inanmıyordu, bu nedenle bebeğe yaptığı lanet ile bir zamanlar koşulsuz güven ve sevgi ile bağlı olduğu insan varlığından intikam aldığını düşünüyordu…Oysa ki kendine olan sevgisinin öz gücü ile yüzleşeceği bir yolculuğa adım atmakta idi…

Dışarıda gördüklerimiz, temas halinde olduğumuz herşey, bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır…

Kimse bizi sevemez eğer biz kendimizi sevmiyor isek, kimseden intikam alamayız sadece kendimize yöneltebiliriz o intikam ihtirasını, kimse bizi mutlu hissettiremez eğer iç dünyamızda keyifli, dengeli hissetmiyor isek… Kısacası her ne olmayı seçiyor isek benzer varoluşsal deneyimleri yaşamsal döngümüze bilinçli olarak çekerek ilmek ilmek öreriz yaşam döngümüzü…

Malefiz’in gerçekleştirdiği lanet sonrası duyduğu pişmanlığı, Aurora’nın her anını nasıl büyük bir ilgi ile izlediğini, gerektiğinde görünmez bir el olarak onu koşulsuz bir sevgi ile koruduğuna ve en nihayetinde özünde bu insan varlığına duyduğu öz sevginin aslında kendi varoluşsal gerçekliğine yönelik aşkının doğası ile yüzleşmesine vesile olacak bir süreç deneyimi olduğuna şahit olduk.

Özetle, Malefiz-I bizlere “değişim” in bilinçli seçerek tezahür ettirdiğimiz eylemler sonucu gerçekleşebileceğinin altını çizerken gerçek aşkın; kendi özümüzdeki sonsuz saf yegane ışık olan sevgi olduğunu hatırlatmıştı. 



“Herkes dünyanın sınırları olarak kendi görüş alanının sınırlarını alır.”
Arthur Schopenhauer

KÖTÜLÜĞÜN GÜCÜNDEN DOĞAN BARIŞ 

Malefiz-II devam filminde ise gerçek bir ‘dönüşüm’ün ancak bizi biz yaptığına sıkı sıkı tutunduğumuz herşeyden (aile-statü-alışkanlıklar-arkadaşlar-yakın çevremiz vb.) vazgeçtiğimiz an başladığının, acılarımızın içerisinden geçme cesareti gösterdiğimizde dönüşerek öz benliğimizi hatırlayabileceğimizi ışıyor bizlere…

Filmde yaşamın ve ölümün gücünü ellerinde tutan Malefiz’in atalarının fey halkı olduğunu ve kendisinin Simurg soyunun son temsilcisi olduğuna şahit oluyoruz. 

Burada simurg kuşu diğer bir adı ile zümrüd-ü anka kuşunun hikayesine bir kulak kabartalım: 


“Efsaneye göre herşeyin bilgisine nail olan kuşların hükümdarı Simurg, Kaf dağının tepesinde bilgi ağacının dallarında yaşamakta imiş.
Tüm kuşlar, Simurg’a inanır ve kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş ancak içlerinde kimse Simurg u görmemiş olması kuşların içine bir şüphe düşürmüş ve kuşkuya düşmüşler tam umutlarını yitirmek üzerelermiş ki, uzak bir ülkenin topraklarında bir  grup kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Bunun üzerine, tüm kuşlar toplanıp Simurg’u aramaya ve yolunda gitmeyen şeyler için yardım istemeye karar vermişler. 

Kaf dağına ulaşmak için dipsiz, uçsuz bucaksız yedi vadiyi aşmak gerekiyormuş, vadilerin her biri aşılması gereken birtakım sınavlar içermekte imiş.

Bu vadilerin ana temaları şöyle imiş:

Birinci vadi: “istek”,
İkinci vadi: “aşk”,
Üçüncü vadi: “marifet”,
Dördüncü vadi: “istisna”,
Beşinci vadi: “tevhid”,
Altıncı vadi: “şaşkınlık”,
Yedinci vadi: “yokoluş”. 

Sonsuz güzellikteki göğe doğru özgürce kanat çırpan kuşların arasından isteği ve sebatı az olanlar; dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer yolculuktan kopmuşlar.
Yorulanlar yolculuktan ayrıldıktan sonra; önce “aşk deniz”inden geçmişler sonra “marifet vadi”sinden uçmuşlar, “istisna ovası”nı aşıp, “tevhid gölü”ne sapmışlar.

Kuşların bazıları “aşk denizi”ne dalmış, kimisi “marifet vadisi”nde sürüden ayrılmış, kimisi marifetlerinin esiri olanlar, kıskançlıklarının esiri olanlar batmış göle. 

İlk olarak bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayarak,
Papağan, güzel, parlak ışık  tüylerini bahane etmiş (halbuki güzel tüyleri nedeni ile kafese kapatılmış),
Kartal, engin yükseklikteki yüce krallığından vazgeçememiş,
Baykuş, yıkıntılarını, Balılçıl kuşu ise bataklığını özlemiş…

Altıncı vadi “şaşkınlık” aşıldıktan sonra , yedinci vadi “yokoluş” vadisinde bütün kuşlar umutlarını yitirmişler.

Nihayetinde, Kaf dağına ulaştıklarında, geriye sadece otuz kuş kalmış. Sonunda Simurg’un yuvasına vardıklarında Simurg’un “otuz kuş” anlamına geldiğini öğrenmişler. Her biri, birer Simurg oldukları gerçeği ile yüzleşmişler. Anlamışlar ki; aradıkları kendileridir ve gerçek yolculuğun; kendilerine yapılan yolculuk olduğunu anlamışlar. “


BİZDE OLMAYANI VEREMEYİZ...

Malefiz, gerçek aşkın varlığı ile varoluşunun en derinlerinde buluşmuştu şimdi ise bu “gerçek aşk” a ne kadar güven duyduğuna ilişkin bir sınav vermesi gerekiyordu.

Yaşamsal döngülerimizde genellikle en çok sevdiklerimizle sınanırız. 

Yazının önceki kısımlarınında altını çizdiğim üzere, insan varlıkları bir olayın giriş ve gelişme süreçlerinden ziyade ortaya çıkan sonuç ile ilgilenir, davranış kalıbını gerçeklik olarak algılamayı seçerler. Malefiz, kendi yaptığı seçiminin sonuna kadar büyük bir sebat ve tevazu ile yolculuğunda kalbindeki öz sevginin ışığını daha da güçlü ışıyarak ilerlemiş ve en nihayetinde laneti sona erdiren kendi acısının özündeki sevgi ile bütünleşerek “gerçek aşk öpüğü”nü verebilmişti.




SEN “O”SUN… 
Bütünleşebilmek için önce ayrışmayı göze almak gerekiyor…

Zümrüd-ü Anka kuşu; simyada dileklerin gerçekleşmesini, en yüce şansı sembolize etmektedir. Kalben gerçekleşmesini istediğimiz en yüce dileğimiz nedir? Sanırım bütünü ile varoluşsal potansiyelimizi ışıyabilmek, öz benliğimizi hatırlamak, sizce? 

Gerçekte kimsin? Varolşun hangi parçasını ışıyor, varoluşsal şarkının hangi melodisini seslendiriyorsun? 
Bir an için icra etmekte olduğunuz işinizden, ünvanınızdan, ailenizden, arkadaşlarınızdan, en yakın çevrenizden, bugüne değin size yönelik söylemlerden, sizi siz yaptığına inanarak tutunduğunuz inanç kalıplarınızdan, hergün bilinçli-bilinçsiz gerçekleştirmeyi seçtiğiniz alışkanlıklarınızdan vazgeçtiğinizi imgeleyin zihninizde, geriye ne kalıyor? 

LANETLER SON BULMAZ SADECE BOZULUR…

Yaşam adındaki oyun sürecinde her birimiz lanetliyiz bir bakıma J

Carl Gustav Jung’un şu söylemini her zaman  çok kıymetli ve önemli bulmuşumdur: 
“Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan şeylerin ve soruların etkis altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir.”*


Moors topraklarını ele geçirmek orada var olan sihirli varlıkları yok etmek isteyen bir kraliçenin hikeyesine de şahit oluyoruz, Malefizin devam filminde. Capcanlı güzellikleriyle ışıyan, etrafa ışık yayan bu şeker varlıkları kim nasıl yok etmek ister? Kraliçenin hikayesinde, kardeşinin Moors topraklarında kaybolmuş olduğunu öğreniyoruz, yine tekrarlayacağız ki her davranışın ardında duygusal bir motivasyon vardır. Herşeyin kendine has doğasında bir nedeni, bir hikayesi vardır. 
Kraliçenin intikam oyunu sürecinde Aurora ile Malefiz in öz sevgi bağının sınava tabi tutulduğunu, Malefiz’in kendi öz kanından olan ailesi ile buluştuğuna ve kendi ırkının;  insan varlıkları tarafından nasıl dışlandığı gerçeği ile yüz yüze kaldığında,  var olabilmek adına tek bir seçimi vardı o da : ölmek.

“BİR”LİKTE YAŞAYABİLİRİZ…

Sihir/büyü, yaratım ve özgürüğün birarada var olabilmesi için sonsuz barış ı sağlayabilmek için ölmeyi göze alır mısınız? 

Bugün hangi birimiz gerçekten kalbimizin fısıldadıklarını gerçekleştirmek yönünde dönüşümü göze alabiliyoruz?

Malefiz, gerçek aşkın öpüğü ile laneti sonlandırmıştı, şimdi ise bu laneti bozmak için ölmesi ve yeniden doğması gerekiyordu.

Yaşam döngümüzdeki herhangi bir olaya ilişkin nokta koyduğumuzda o olaya ilişkin herşeyi bitirdiğimizi, sonlandırdığımızı düşünürüz oysa ki bu düşünce sadece bir yanılsamadan ibarettir. Affetmediğimiz şeylerin döngüsünü kıramayız, döngü kendisini tekrar eder. 
Her son dediğimiz yerde bir nokta koyarız ancak aynı tema farklı oyuncuların yer aldığı değişik  renkteki bir hikaye ile büyük harfle yeniden başlar. 
Bir olayı bütünü ile yaşamsal döngümüzde tamamlamak niyetinde isek tek yapmamız gereken o olay ile bütünleşmektir. Mutlak kabulün gücünde deneyimlemekte olana aşkla teslim olmaktır, dönüşümü başlatan, ancak bu şekilde laneti bozarız.
Şimdi düşünmenizi istiyorum, karşınızdaki bir insan varlığı sevgiyi, merhameti, şefkati, saygıyı en hak etmeyecek konumda iken (sizin bakış açınıza göre-en hak etmeği konumda-) bile siz ona sevgiyi, merhameti, saygıyı, şefkati koşulsuzca sunabiliyor musunuz? 
Yoksa sizin karşınızdaki varlığa sunduğunuz sevgi, saygı merhamet, şefkat karşınızdakinin eylemlerine göre mi değişkenlik kazanıyor?

Moors topraklarını yok etmek isteyen gözünü intikam hırsı bürüyen, kalbini nefrete teslim etmiş kraliçe okunu Aurora ya doğrultuğunda, araya girerek ölümü göze alan Malefiz, gerçek aşkın sınavını başarı ile vermiş oluyordu, film süresince şahit olduğumuz üzere Aurora kralı lanetleyenin Malefiz olduğunu düşünmüş, inanmış ve onun yanında yer almamış olmasına rağmen…Öz sevginin her zamandan ve mekandan bağımsız olduğunu görüyoruz. 

Problemlerimiz/sorunlarımız, bizlerin özünde rahatsızlık uyandıran süreçler, bizim en büyük şansımızdır, sadece geçmişin henüz çözümlenmemiş bölümlerinin yeniden sahneye çıkmasıdır. Bu süreçte tüm sorumluluğu üstlenerek, sevginin öz gücünü uyandırabilmek adına ölmek gerekiyor. 
Şimdi, bu yıl ölümün büyülü dünyası ile buluşmaya üzerinizdeki laneti sonsuza değin bozacak olan özünüzdeki güçlü gerçek ile yüzleşmeye hazır mısınız? 

"Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk, 
bütün dünya ortaya çıkmamış bir enerji idi...
O nefes aldı.
O'nun nefesi olmadan, 
O'nun gücü olmadan hiçbir şey yoktu...
-Varoluş İlahisi, Rig Veda

* Gustav Jung, C. (2001). Anılar, Düşler, Düşünceler.  Can Yayınları, İst.