“Hiçlik kendini aynada gördüğü zaman kainat başladı.”
Tor Norretranders
Bir varmış bir yokmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken; yeşilin ve mavinin enginliklerindeki renklerin birliğinden doğan güçle yeryüzü ile gökyüzünün ahenkli dansını sergilediği Dünya adı verilen aşkın gücü ile ışıldayan bir gezegen var olmuş. Bu gezegende can bulmuş yaratma gücüne nail çok güçlü insan varlıkları yaşamakta imiş o kadar güçlülermiş ki; gezegenlerinde ne düşünseler gerçeğe dönüşerek madde formuna dönüşüyormuş.
Bir gün düşüncelerinde “Yaratıcıyı/Tanrıyı/Allah” ı aramaya başlamışlar işte o gün bu arayış bir kısım insan varlığını bir süreliğine derin hülyalı bir uykuya dalmalarına vesile olmuş.
Mışıl mışıl uyurlarken arayış süreci boyunca; arzularına, isteklerine, ihtiraslarına ilişkin rüyalar görmeye başlamışlar, ancak bu rüyalar giderek kabusa dönüşmeye başlamış çünkü görmüşler ki; onlar bir yaratıcı aradıkça yeni arzular, istekler su yüzüne çıkıyor ve sürekli madde formuna dönüşen düşünceler Dünya gezegeninde yaşamakta olan diğer canlılar için bir tehdit unsuru oluşturuyor imiş. Neyse ki, Yaratıcının ta kendisi olduğunun idrakında olan ve uykuya dalmamış olan uyanık insan formundaki diğer canlılar kendi üzerlerinde çalışarak büyük ışıklar yaratmışlar, git gide ışığı büyütmüşler, büyütmüşler…uyuyanların uyanabilmesi ve kabus rüyaların son bulabilmesi için… Masalın sonunda ne mi olmuş?
Bunu önümüzdeki yıl deneyimliyoruz, uyuyanların el parmaklarına bir ölüm iğnesi batacak ve uyanacaklar. Ölüm, en derinliklerdeki; tüm istek, arzu, korku, bağımlılıkları su yüzeyine davet ederek bir yüzleşme şansı sağlayacak. Bu şansı değerlendirebilme yönünde cesur olmayı seçenler bu yıl çok zengin olacaklar. Karanlığın içerisinden geçerek özlerindeki sihir ile buluşacak ve öz benliklerini ışıyacaklar, heyecanlı, tılsımlı bir yıl bizleri bekliyor ne dersiniz?
2020 yılı döngüsünü, “Uyuyan Güzel” masalına benzettim doğrusu bu nedenle yazıya böyle bir giriş yapmayı seçtim. Uyuyan Güzel masalını her birimiz az çok biliyoruz. Masalda yer alan semboller günümüzde deneyimlediklerimize pek bir uygun gibi görünüyor…masalda yer alan çıkrık iğnesi ‘evrenin döngüselliğini’ ve ‘bağımsızlık mücadelesini’ ne kadar güzel anlatıyordu değil mi? 16 yaş; ‘bütünlüğün’ sembolü. Bütünlüğe erişebilmek için bugüne değin bizi bütün yaptığını var saydığımız herşeyi parçalayarak ayrışmak sonrasında yeniden özümüzde bir olabilmek adına, varoluşsal döngüselliğe teslim olabilmekti gerçek özgürlük/bağımsızlık…İşte bu yıl da benzer lezzette bir hikaye deneyimliyoruz, şimdi bu masalın derinliklerine doğru bir kaç basamak daha aşağıya doğru inelim mi?
MASAL İÇİNDE MASAL…
Henüz yeni doğmuş saf ve masum bir bebeğe ölümcül güçte bir lanet gerçekleştiren kudretli, doğa kadar öz güzel ancak “kötü” olarak nitelendirilen bir peri varmış. Peki bu peri nasıl oluyor da “kötü” olarak nitelendiriliyormuş?
‘Uyuyan Güzel’ masalında, birçoğumuz sanki odağımızı olayın cereyan ettiği en can alıcı kısıma yöneltmeyi seçmişiz gibi görünüyor. … ‘Kral ve kraliçe yeni doğan bebekleri için dilekte bulunmaları niyeti ile saraya on iki peri davet eder, on ikinci peri henüz dileğini söylemeden çetin dalgalı sert bir rüzgar şatonun kapılarını savurur ve içeri dehşet verici ihtişamı ile davetsiz bir peri salona adımını atar ve şöyle söyler: “Bu çocuğa bir hediye vermek istiyorum. On altıncı doğum gününde gün batımından önce el parmağına çıkrık iğnesi batacak ve ölüm gibi sonsuz bir uykuya dalacak. Onu sadece gerçek aşkın öpücüğü uyandırabilir.’
Ve lanetini tamamladıktan sonra kulak tırmalayıcı keyifli kahkahasını atarak geldiği gibi ihtişamlı bir şekilde şatodan ayrılır…
Bugüne değin içimizden kaç kişi; acaba bu masum, saf yeni doğmuş bebeği lanetleyebilecek kadar kalbini kara yarasalara teslim etmiş olan bu ‘kötü’ olarak nitelendirilen perinin yüreğini bu denli buzul gibi soğutan, katılaştıran, acımasızlaştıran nedeni merak etmişti?
HER OLAYIN GÖRÜNEN BİR DE GÖRÜNMEYENİN ARDINDA GÖRÜNEN, KULİSTE VAR OLAN BİR GERÇEKLİĞİ VARDIR…
İnsan varlıkları, deneyimlenen bir olay sürecinde, genellikle ortaya çıkan “davranış kalıbı” ile ilgilenmeyi seçer, ve bu davranışı salt bir zemin alarak değerlendirmelerini gerçekleştirir ki; bu gündelik yaşamsal varoluş akışını kolaylaştıran akıllıca bir seçimdir. Ancak her zaman işlevsel bir seçim değildir.
O davranış somut dünya realitesinde tezahür edinceye değin birçok duygusal motivasyon kaynağı tarafından makyajı yapıldığını hatırlar isek ilk başta kendi duygulanımlarımıza yönelik sonrasında çevremizdeki kişilere yönelik empati yeteneğimizi geliştirebiliriz.
Bu nedenledir ki; insanların bize yönelik olumlu-olumsuz davranışlarını hiçbir zaman kişisel algılamamayı, davranışın kişinin iç dünyasındaki varoluşsal dinamiklerinin sahnesinden vizyona yansıyor olduğunu hatırda tutmakta fayda var.
“Yara, ışığın bedene sızdığı yerdir.”
Mevlana
Tabi ki, eğer karşı karşıya maruz kaldığımız olay sonucunda, bir davranış/eylem; bizim içselliğimizde “rahat-sız-lık” duygulanımının kabarmasına vesile oluyor ise; deneyimlenen olaydan bağımsız bir şekilde öz dünyamıza yönelerek, o “sız”ının izini sürmek işlevsel olacaktır. Böylelikle maruz kaldığımız davranış kalıbının bizimle ilgili henüz tamamlanmamış, içselleştirilmemiş olan ve bizi biz yapan kaynağımızla buluşmamıza vesile olan bir araç olduğunu hatırlayabiliriz.
Hiç bir varlık yaşam yolculuğumuza tesadüf eseri bizlere merhaba demiyor, her merhaba nın ardında ilişki sürecinde doğacak belki de yüzyıllardır atalarımızdan bizlere miras kalan tamamlanması gereken işler vardır. Ancak hazır olduğumuzda saf öz gerçekliğimize doğabilmemiz adına incilenebilir olmaya açarız kendimizi. İncinebilir olmaya ne kadar açabilirsek kapımızı iyileşme sürecimiz bir o kadar hızlı tezahür eder. İncinebilir olmak, hassas olmak yaşamı bütünü ile hissetmektir. Saf ışığın beyaz ışığında her renk tonunun bir harmanı olduğu gerçeği ile temas etmektir, incinebilir olmak ve bize hiçbir şeyin bütünü ile iyi ya da kötü; olumlu ya da olumsuz; çirkin ya da güzel; beyaz ya da siyah olmadığını hatırlatır. Özdeki saf ışığa bir başka deyim ile sevgiye doğabilmek adına; bu iki uç arasında gider geliriz ta ki herşeyin özünde herşeyin zıt kutuplarının birlik halinde var olduğu gerçeğine kalbimizin gözü açılana değin.
‘Uyuyan Güzel’ masalında, “kötü” olarak nitelendirilen perinin acısından doğan duygusal motivasyonun nasıl bir lanete dönüştüğünün ardındaki sır perdesini “Malefiz” (2014) filmi ile hatırlamıştık.
Bu filmin analizini yaptığım yazı:
https://oozgegenlik.blogspot.com/2014/06/gercek-ask-opucugu.html
https://oozgegenlik.blogspot.com/2014/06/gercek-ask-opucugu.html
2014 yılında ülkemizde vizyona giren Malefiz- I filminin ana temasını bu yazının içerisinde de kısaca özetleyecek olursak:
Büyülü Moors topraklarının güzeller güzeli iyilik perisi Malefiz, tüm yüreğiyle saf bir sevgi ile bir insan varlığına bağlı iken, insan varlığı şehvetinin, ihtiraslarının, arzularının esiri olmayı seçerek bir topluluğa hükmedebilmek adına sevdiği varlığın kanatlarını kesmiş ve krala sunarak, gelecekteki kral olma hayalini gerçekleştirmişti.
Özgürlüğü elinden çok sevdiği biri tarafından alınan Malefiz ise, uzun yıllar yaralarını sarmak için emek verir ve sonunda gücünü topladığı an intikam almak üzere kralın yeni doğmuş bebeğini lanetler. Bu laneti gerçekleştirdiği an, kendi özüne doğru yol almak üzere yepyeni taptaze bir döngü başlattığının farkında mıydı acaba ne dersiniz?
O zamanın kalitesine göre; kendi bakış açısına göre; “gerçek aşk” diye birşeyin varlığına inanmıyordu, bu nedenle bebeğe yaptığı lanet ile bir zamanlar koşulsuz güven ve sevgi ile bağlı olduğu insan varlığından intikam aldığını düşünüyordu…Oysa ki kendine olan sevgisinin öz gücü ile yüzleşeceği bir yolculuğa adım atmakta idi…
Dışarıda gördüklerimiz, temas halinde olduğumuz herşey, bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır…
Kimse bizi sevemez eğer biz kendimizi sevmiyor isek, kimseden intikam alamayız sadece kendimize yöneltebiliriz o intikam ihtirasını, kimse bizi mutlu hissettiremez eğer iç dünyamızda keyifli, dengeli hissetmiyor isek… Kısacası her ne olmayı seçiyor isek benzer varoluşsal deneyimleri yaşamsal döngümüze bilinçli olarak çekerek ilmek ilmek öreriz yaşam döngümüzü…
Malefiz’in gerçekleştirdiği lanet sonrası duyduğu pişmanlığı, Aurora’nın her anını nasıl büyük bir ilgi ile izlediğini, gerektiğinde görünmez bir el olarak onu koşulsuz bir sevgi ile koruduğuna ve en nihayetinde özünde bu insan varlığına duyduğu öz sevginin aslında kendi varoluşsal gerçekliğine yönelik aşkının doğası ile yüzleşmesine vesile olacak bir süreç deneyimi olduğuna şahit olduk.
Özetle, Malefiz-I bizlere “değişim” in bilinçli seçerek tezahür ettirdiğimiz eylemler sonucu gerçekleşebileceğinin altını çizerken gerçek aşkın; kendi özümüzdeki sonsuz saf yegane ışık olan sevgi olduğunu hatırlatmıştı.
“Herkes dünyanın sınırları olarak kendi görüş alanının sınırlarını alır.”
Arthur Schopenhauer
KÖTÜLÜĞÜN GÜCÜNDEN DOĞAN BARIŞ
Malefiz-II devam filminde ise gerçek bir ‘dönüşüm’ün ancak bizi biz yaptığına sıkı sıkı tutunduğumuz herşeyden (aile-statü-alışkanlıklar-arkadaşlar-yakın çevremiz vb.) vazgeçtiğimiz an başladığının, acılarımızın içerisinden geçme cesareti gösterdiğimizde dönüşerek öz benliğimizi hatırlayabileceğimizi ışıyor bizlere…
Filmde yaşamın ve ölümün gücünü ellerinde tutan Malefiz’in atalarının fey halkı olduğunu ve kendisinin Simurg soyunun son temsilcisi olduğuna şahit oluyoruz.
Burada simurg kuşu diğer bir adı ile zümrüd-ü anka kuşunun hikayesine bir kulak kabartalım:
“Efsaneye göre herşeyin bilgisine nail olan kuşların hükümdarı Simurg, Kaf dağının tepesinde bilgi ağacının dallarında yaşamakta imiş.
Tüm kuşlar, Simurg’a inanır ve kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş ancak içlerinde kimse Simurg u görmemiş olması kuşların içine bir şüphe düşürmüş ve kuşkuya düşmüşler tam umutlarını yitirmek üzerelermiş ki, uzak bir ülkenin topraklarında bir grup kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Bunun üzerine, tüm kuşlar toplanıp Simurg’u aramaya ve yolunda gitmeyen şeyler için yardım istemeye karar vermişler.
Kaf dağına ulaşmak için dipsiz, uçsuz bucaksız yedi vadiyi aşmak gerekiyormuş, vadilerin her biri aşılması gereken birtakım sınavlar içermekte imiş.
Bu vadilerin ana temaları şöyle imiş:
Birinci vadi: “istek”,
İkinci vadi: “aşk”,
Üçüncü vadi: “marifet”,
Dördüncü vadi: “istisna”,
Beşinci vadi: “tevhid”,
Altıncı vadi: “şaşkınlık”,
Yedinci vadi: “yokoluş”.
Sonsuz güzellikteki göğe doğru özgürce kanat çırpan kuşların arasından isteği ve sebatı az olanlar; dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer yolculuktan kopmuşlar.
Yorulanlar yolculuktan ayrıldıktan sonra; önce “aşk deniz”inden geçmişler sonra “marifet vadi”sinden uçmuşlar, “istisna ovası”nı aşıp, “tevhid gölü”ne sapmışlar.
Kuşların bazıları “aşk denizi”ne dalmış, kimisi “marifet vadisi”nde sürüden ayrılmış, kimisi marifetlerinin esiri olanlar, kıskançlıklarının esiri olanlar batmış göle.
İlk olarak bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayarak,
Papağan, güzel, parlak ışık tüylerini bahane etmiş (halbuki güzel tüyleri nedeni ile kafese kapatılmış),
Kartal, engin yükseklikteki yüce krallığından vazgeçememiş,
Baykuş, yıkıntılarını, Balılçıl kuşu ise bataklığını özlemiş…
Altıncı vadi “şaşkınlık” aşıldıktan sonra , yedinci vadi “yokoluş” vadisinde bütün kuşlar umutlarını yitirmişler.
Nihayetinde, Kaf dağına ulaştıklarında, geriye sadece otuz kuş kalmış. Sonunda Simurg’un yuvasına vardıklarında Simurg’un “otuz kuş” anlamına geldiğini öğrenmişler. Her biri, birer Simurg oldukları gerçeği ile yüzleşmişler. Anlamışlar ki; aradıkları kendileridir ve gerçek yolculuğun; kendilerine yapılan yolculuk olduğunu anlamışlar. “
BİZDE OLMAYANI VEREMEYİZ...
Malefiz, gerçek aşkın varlığı ile varoluşunun en derinlerinde buluşmuştu şimdi ise bu “gerçek aşk” a ne kadar güven duyduğuna ilişkin bir sınav vermesi gerekiyordu.
Yaşamsal döngülerimizde genellikle en çok sevdiklerimizle sınanırız.
Yazının önceki kısımlarınında altını çizdiğim üzere, insan varlıkları bir olayın giriş ve gelişme süreçlerinden ziyade ortaya çıkan sonuç ile ilgilenir, davranış kalıbını gerçeklik olarak algılamayı seçerler. Malefiz, kendi yaptığı seçiminin sonuna kadar büyük bir sebat ve tevazu ile yolculuğunda kalbindeki öz sevginin ışığını daha da güçlü ışıyarak ilerlemiş ve en nihayetinde laneti sona erdiren kendi acısının özündeki sevgi ile bütünleşerek “gerçek aşk öpüğü”nü verebilmişti.
SEN “O”SUN…
Bütünleşebilmek için önce ayrışmayı göze almak gerekiyor…
Zümrüd-ü Anka kuşu; simyada dileklerin gerçekleşmesini, en yüce şansı sembolize etmektedir. Kalben gerçekleşmesini istediğimiz en yüce dileğimiz nedir? Sanırım bütünü ile varoluşsal potansiyelimizi ışıyabilmek, öz benliğimizi hatırlamak, sizce?
Gerçekte kimsin? Varolşun hangi parçasını ışıyor, varoluşsal şarkının hangi melodisini seslendiriyorsun?
Bir an için icra etmekte olduğunuz işinizden, ünvanınızdan, ailenizden, arkadaşlarınızdan, en yakın çevrenizden, bugüne değin size yönelik söylemlerden, sizi siz yaptığına inanarak tutunduğunuz inanç kalıplarınızdan, hergün bilinçli-bilinçsiz gerçekleştirmeyi seçtiğiniz alışkanlıklarınızdan vazgeçtiğinizi imgeleyin zihninizde, geriye ne kalıyor?
LANETLER SON BULMAZ SADECE BOZULUR…
Yaşam adındaki oyun sürecinde her birimiz lanetliyiz bir bakıma J
Carl Gustav Jung’un şu söylemini her zaman çok kıymetli ve önemli bulmuşumdur:
“Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan şeylerin ve soruların etkis altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir.”*
Moors topraklarını ele geçirmek orada var olan sihirli varlıkları yok etmek isteyen bir kraliçenin hikeyesine de şahit oluyoruz, Malefizin devam filminde. Capcanlı güzellikleriyle ışıyan, etrafa ışık yayan bu şeker varlıkları kim nasıl yok etmek ister? Kraliçenin hikayesinde, kardeşinin Moors topraklarında kaybolmuş olduğunu öğreniyoruz, yine tekrarlayacağız ki her davranışın ardında duygusal bir motivasyon vardır. Herşeyin kendine has doğasında bir nedeni, bir hikayesi vardır.
Kraliçenin intikam oyunu sürecinde Aurora ile Malefiz in öz sevgi bağının sınava tabi tutulduğunu, Malefiz’in kendi öz kanından olan ailesi ile buluştuğuna ve kendi ırkının; insan varlıkları tarafından nasıl dışlandığı gerçeği ile yüz yüze kaldığında, var olabilmek adına tek bir seçimi vardı o da : ölmek.
“BİR”LİKTE YAŞAYABİLİRİZ…
Sihir/büyü, yaratım ve özgürüğün birarada var olabilmesi için sonsuz barış ı sağlayabilmek için ölmeyi göze alır mısınız?
Bugün hangi birimiz gerçekten kalbimizin fısıldadıklarını gerçekleştirmek yönünde dönüşümü göze alabiliyoruz?
Malefiz, gerçek aşkın öpüğü ile laneti sonlandırmıştı, şimdi ise bu laneti bozmak için ölmesi ve yeniden doğması gerekiyordu.
Yaşam döngümüzdeki herhangi bir olaya ilişkin nokta koyduğumuzda o olaya ilişkin herşeyi bitirdiğimizi, sonlandırdığımızı düşünürüz oysa ki bu düşünce sadece bir yanılsamadan ibarettir. Affetmediğimiz şeylerin döngüsünü kıramayız, döngü kendisini tekrar eder.
Her son dediğimiz yerde bir nokta koyarız ancak aynı tema farklı oyuncuların yer aldığı değişik renkteki bir hikaye ile büyük harfle yeniden başlar.
Bir olayı bütünü ile yaşamsal döngümüzde tamamlamak niyetinde isek tek yapmamız gereken o olay ile bütünleşmektir. Mutlak kabulün gücünde deneyimlemekte olana aşkla teslim olmaktır, dönüşümü başlatan, ancak bu şekilde laneti bozarız.
Şimdi düşünmenizi istiyorum, karşınızdaki bir insan varlığı sevgiyi, merhameti, şefkati, saygıyı en hak etmeyecek konumda iken (sizin bakış açınıza göre-en hak etmeği konumda-) bile siz ona sevgiyi, merhameti, saygıyı, şefkati koşulsuzca sunabiliyor musunuz?
Yoksa sizin karşınızdaki varlığa sunduğunuz sevgi, saygı merhamet, şefkat karşınızdakinin eylemlerine göre mi değişkenlik kazanıyor?
Moors topraklarını yok etmek isteyen gözünü intikam hırsı bürüyen, kalbini nefrete teslim etmiş kraliçe okunu Aurora ya doğrultuğunda, araya girerek ölümü göze alan Malefiz, gerçek aşkın sınavını başarı ile vermiş oluyordu, film süresince şahit olduğumuz üzere Aurora kralı lanetleyenin Malefiz olduğunu düşünmüş, inanmış ve onun yanında yer almamış olmasına rağmen…Öz sevginin her zamandan ve mekandan bağımsız olduğunu görüyoruz.
Problemlerimiz/sorunlarımız, bizlerin özünde rahatsızlık uyandıran süreçler, bizim en büyük şansımızdır, sadece geçmişin henüz çözümlenmemiş bölümlerinin yeniden sahneye çıkmasıdır. Bu süreçte tüm sorumluluğu üstlenerek, sevginin öz gücünü uyandırabilmek adına ölmek gerekiyor.
Şimdi, bu yıl ölümün büyülü dünyası ile buluşmaya üzerinizdeki laneti sonsuza değin bozacak olan özünüzdeki güçlü gerçek ile yüzleşmeye hazır mısınız?
"Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk,
bütün dünya ortaya çıkmamış bir enerji idi...
O nefes aldı.
O'nun nefesi olmadan,
O'nun gücü olmadan hiçbir şey yoktu...
-Varoluş İlahisi, Rig Veda
* Gustav Jung, C. (2001). Anılar, Düşler, Düşünceler. Can Yayınları, İst.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder